11 Aralık 2019 Çarşamba

OSMANLI SARAY MUTFAĞI

Orta Asya'nın köklü Kültürünü beraberinde getiren Türkler, günümüze kadar evi olarak görecekleri bu toprakların bereketini de sofralarına katarak kendi Kültürlerini oluşturmuşlardır. Baharatın çeşitli, toprağı bereketli, suyun bol, bitkinin gür olduğu Anadolu topraklarında doğan mutfak kültürü Dünya'nın en güçlü İmparatoru Olan Osmanlı Sofrasında önemli bir yer almaktadır.





  • Ertuğrul Gazi ve Alperenleri ne yer, ne içerdi? O dönemin mutfağı nasıldı?

Ertuğrul Gazi Dönemi 13. yüzyıla tekabül ediyor. Dolayısıyla Osmanlı öncesi dönem ama aynı zamanda bu dönem Orta Asya'daki Türklerin yaşantısından daha farklı izler taşıyor. Bir defa şunu söylememiz lazım o dönemde Tarım Devrimin getirdiği özellikleri görüyoruz. Bunlar; Hayvanlar ve hayvanların eti, sütü ve süt ürünleriyle beslenmeleri aynı zamanda tahıllarla besleniyorlar. Sebze ve meyve çeşitlerinin de artık yoğun olarak kullanıldığı bir dönem. Dolasıyla Ertuğrul Gazi döneminde insanların yedikleri hayvansal ürünler, tahıl, sebze ve meyvelerden ibarettir. Şunu da söyleyelim sonraki dönemlerde ortaya çıkan Coğrafi olarak o bölgede olmayan bir takım ürünleri tüketme imkanına sahip değillerdi. Çünkü eski dönemlerde malların özellikle gıda maddelerinin transferi öyle kolaylıkla yapılamıyordu.O nedenle her bölge kendi kendine yetecek şekilde bir mal üretimi özelliğine sahipti. Sonraki dönemler özellikle 17. yüzyıldan sonra bu yapı değişikliğe uğramıştır.


  • Türkler Anadolu'ya geldiklerinde Anadolu'da ne var?

Türkler gelirken iki tane medeniyet havzasıyla buluşuyor. Büyük Selçuklu Döneminde Fars ve Arap Kültürü ile oradaki incelikleri,zerafetleri ve bazı ürünlerinden etkileniyorlar. Çünkü Türklerin Orta Asya'daki alışganlıkları biraz daha yüzeysel, rafine olmamış şeylerden söz edebiliyoruz. Seçkinler için öyle değil mesela Hakan'ın çadırındaki yemek çok daha farklıydı. Lakin Fars ve Araplarla temas kurduktan sonra onların birimini devraldılar.




  • Topkapı Sarayında yemekler nerede pişirilirdi?


Osmanlı Mutfağına Matbah-ı Amire denilirdi.  Geleneksel düzene II. Mehmet (Fatih) döneminde (1451-1481) kavuşan Matbah-ı Amire, Sarayın en kalabalık kadrolu birimlerinden biriydi.
Mutfak Topkapı Sarayı'nda 5250 metrekarelik alan üzerinde kurulmuş devasa bir bölümde bulunmaktadır.  Mutfak ; II. Avlunun sağ köşesinde sağ tarafı tamamen kuşatmış durumunda ve revaklarla ayrılmış içerisinde orta bir mutfak koridoru bulunan ve 10 tane bacası bulunan bir yapıdır.  Bacalardan sondaki iki tanesi helvahane binasının bacasıdır. Onların dışındaki sekiz tanesi mutfak bacasıdır.Matbah-ı Amire büyük ve küçük olmak üzere, iki bölümdü. Büyük mutfakta saray halkı, divan günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Küçük mutfak ise Padişah’ın özel yemeklerinin pişirilirdi . Matbah kâhyası mutfak giderlerinin hesabını tutar, pişecek yemeklerin türünü belirlerdi.


Hergün yaklaşık onbeş bin kişi için yemek hazırlanan mutfakta yaklaşık olarak iki bin kişi görev yapmaktaydı. Mutfağın üç ayrı kapısı bulunmaktaydı. Bunlar; Aşağı Mutfak Kapısı, Has Mutfak Kapısı, Helvahane kapısıdır. Bu kapılar Dünya denilen II. Avlu'ya açılmaktadır. İdare bölümlerine ulaşmak için Aşağı Mutfak Kapısı'ndan gidilirdi.

Orada çok farklı zaman diliminde farklı mutfaklar yer alıyordu. En önemli alanı hiç şüphesiz Has mutfaktı. Çünkü Padişahların yemeğinin pişirildiği yer burasıydı. Herkes Hiyerarşisine göre yemek yemek zorundaydı. Statüye göre yemek pişerdi. Dolayısıyla mutfakların her birinde aynı yemekler pişiyor demek mümkün değildi.


  • Padişahlarda görülen Gut Hastalığının nedeni acaba kırmızı et midir?




Osmanlı Seçkinleri bol miktarda kırmızı et tüketiyorlardı. Bu nedenle Padişahların Gut hastalığının nedenleri arasında bu protein fazlalığı dikkate alınıyor. Çünkü kan içerisinde fazla protein olması  ürikasit üretiyor bunu atamadığınız zaman vücudunuzdaki damarlarda sorun teşkil ediyor ve böylece gut hastalığı ortaya çıkıyor. Birçok Padişahta Gut hastalığı görülmüştür. Hangi etleri tüketirlerdi diye sorarsak; Ana et olarak koyun eti tercih ediyorlar. İnek eti, dana eti pek tercih etmiyorlardı. Bunun en büyük nedeni Osmanlı Tıbbındaki etlerin tasnifidir. Fatih Sultan Mehmet döneminde Matbah-ı Amire'de her gün ortalama 25-30 tavuk alındığı muhasebe defterlerinde kayıtlıdır. Tavukların büyük bölümüyle her gün kebap yapılırdı ve sarayın hastanesinde yatanlar için Tavuk çorbası pişirilirdi diye bilinir.





  • Saray Mutfağında İslam Tıbbı nasıl uygulanırdı ?


Osmanlı Sarayında yemek sadece karın doyurmak anlamına gelmezdi. Mutfakta 'yenilebilir felsefe' vardı ve yemekle tıp bilimi arasındaki önemli bağ yenilebilir felsefenin temelini oluşturmuştu. İnsan Vücudunda kan, balgam, Safra ve sevda olmak üzere dört tane hılt bulunmaktadır. Hıltların miktar ve seviyesini belirleyen etmenlerden biri de yiyecek ve içeçeklerdir. Bunu dengede tutmak için; denge bozulduğunda perhiz yapılır ve ilaç takviyesinde bulunulurdu. 

İlkbahar ve Sonbahar'da kan yapacak; Yazın Safra'yı, Kışın balgamı azaltacak besinler tercih ediliyordu. Saray hekimleri ve mutfak çalışanları tüm incelikleri bildiği için saray halkına mevsimlere göre değişen ve sözü edilen hıltların dengesini koruyacak yemekler sunuyorlardı. Dolayısıyla listeler mevsimlere göre oluşturulmuş ve insan vücudundaki değişmeleri gözlemleyerek ona göre menüleri oluşturmuşlardır. Mesela kırmızı eti yazın çok tüketmiyorlar.Yaz aylarında daha çok beyaz et tüketiyorlar. Kışın bol miktarda baharat var yazın yok denecek kadar  baharatlı yemekler var. Bunu insan vücudundaki değişimlerin ürettiği sorunları giderecek bir çözüm olarak görüyorlar.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde mutfağa kurulan helvahane kısmında; helva, macun, reçel, şurup hazırlanmakla kalınmaz aynı zamanda hekimbaşının verdiği reçeteler uygulanarak ilaç üretimi de yapılırdı. Yani burası aynı zamanda Osmanlı'nın eczanesiydi. İlaçlar çoğunlukla bitkiseldi. Helvahane'de vücudun ağrıyan bölgelerini ovmak için 'hazine yağı' saçların beslenmesi için 'zülüf yağı' yapılırdı. Nevruziye denilen baharat karışımı Nevruz Bayramında dağıltılmak üzere hekimbaşı hazırlar ve bu karışımın pek çok hastalığa iyi geldiği bilinirdi.


  • Küllük Helvası'nın Hikayesi nedir?


Helva konusunda Osmanlı'lar çok ileri düzeydeler zaten helvayı da çok seviyorlar. Helvanın biraz müslümanlıkla alakalı olduğu düşünüyorlar ki Evliya Çelebi helvayla Müslümanlığı örtüştüren ifadeler kullanıyor. Çok fazla helva çeşidi üretmişler. Yaklaşık otuzbeş çeşit helvadan söz ediyoruz bunlardan ; Susamlı helva, tahinli helva, ketenli helva en yaygın tüketilenlerdendi.
Şıhlar Köyü’nün halkı, bir tür tel helvası olan külük helvasının Mevlana zamanından beri köyde yapıldığını anlatırlar. "Mevlana; zamanında, Horosan'dan gelerek Şıhlar Köyü’ne yerleşen Pirce Alaaddin isminde bir ermiş ve ailesi bu helvayı sıkça yapar yermiş. Hatta Pirce Alaadddin'in  babası haca gider. O zamanlar Hacca gidip gelmek altı ay sürermiş. Hac Arifesinde köyde kalan Pirce Alaaddin ile annesi helva yapmışlar. Helvayı yerlerken annesi, "ah şimdi baban da şimdi burada olsaydı, bu helvayı çok severdi" diye söylenmiş. Bunu duyan Pirce, annesine helvada bir tasını ayırmasını ve hemen babasına götüreceğini söylemiş. Annesi karşı çıksa da, Pirce Alaaddin helvayı tasa doldurtarak ortadan kaybolmuş. Akşama doğru eve dönen Pirce Alaaddin, annesine, babasının helvayı çok sevdiğini ve kendisine selam gönderdiğini söylemiş. Annesi helva götürdüğü tasın nerede olduğunu sorunca, oğlan; "onu babam dönüşte getirecek, gelince sorarsın" demiş. Kadının kocası Hac'dan dönünce tası eşine teslim etmiş ve gönderdiği sıcak helva için de teşekkür etmiş.


  • Osmanlı Sofra Gelenekleri nelerdi?

Günümüzde hala kullandığımız Sofra kelimesi Arapçadan dilimize girmiştir. Sofra kök itibari ile sefer yani yolculuk kelimesinden türemiş ve seyahat sırasında yolcunun taşıdığı yiyecek torbası olarak kullanılmıştır. Bu torba deri ya da meşinden yapılmıştır.  Sofra 16. yüzyıla dek yere yayılarak üzerinde yemek yenilen meşin dikdörtgen adı iken daha sonra üstünde yemek yenilen masaya sofra denilmeye başlanmıştır. Osmanlı'da İstanbul fethinden önce sade bir sofra anlayışı mevcuttu. Selçuklular döneminde yemekler altın ve gümüş tepsilerle sunulurken Osmanlı Devletinin kuruluş aşamasında gösterişten uzak sunumlar görülmekteydi. II. Murat döneminde Edirne'ye gelen Avusturya Seferi Padişah sofrasında sadece etli pirinç pilavı ve içeçek olduğunu anlatır. Osmanlı'nın ileri gelenlerinin sofrasında yemek sırasında konuşulmaz, sohbet edilmezdi. Kaşık ele alındığı vakit başka şeyle ilgilenilmezdi. Yemeğe besmele ile başlanılırdı.




 Osmanlı'nın ilk dönemlerinde yemek, Saray ve konaklarda yere çok yakın olan sofralarda yenilirdi. Yemek vakti geldiğinde hizmetkarlar kalaylı dövme bakırdan yapılmış genellikle motiflerle bezenmiş sini denilen büyük yuvarlak tablaları küçük sehbalar üzerine yerleştirirlermiş. Sini'nin ve sehbanın altına örtü serilirmiş. İlk zamanlarda sofralarda kullanılan tek araç kaşıkmış. Kaşığın, Osmanlı Kültüründe yeri ve önemi büyüktür.Kaşık o kadar önemli bir hale gelmiş ki bir statü sembolü olmaya başlamış. İşte efendim; değerli taşlarla sapları süslenmiş kaşıklar, abanozdan, sedeften kaşıklar... Hatta yeniçerilerin o kocaman başlıklarının ortasında seferlere giderken kaşıklarını soktukları ” kaşıklık” denilen özel bir bölme bile varmış. Saray ve konaklarda yemek servisi başlamadan önce bu işle görevlendirilmiş ibrik ulemaları veya ibrikler adı verilen hizmetkarlar ibrik ve leğen getirerek sofraya oturanlara el yıkamaları için su dökerlerdi.
Yemekler Çaşnıgiller tarafından sofraya yerleştirilirdi. Bu kişiler özel eğitimli ve sadece padişaha hizmet eden özel kiyafetli kişilerdi. Hatta Padişaha suikast girişiminde veya yemeğin tadını sınamakta görevli olduğu bilinirler.

Padişahın özel yaşamı olan haremlerde yemek unsuru biraz daha farklıydı. Karaağalar, kadınlar ve Padişah bölümünden oluşan Harem için Saray Mutfağından çıkan yemeklerin dışında Valide Sultan ve gözdeler için özel yemekler yapılırdı. Bu yemekleri Harem'e kadar Zülüflü Baltacılar adı verilen yeniçeriler arasından seçilmiş askerler taşırdı. Bunlara Zülüflü denilmesinin sebebi feslerinin önünde Zülüfe benzeyen püsküllerinin bulunmasıydı.
Yemeğin türüne göre servis hazır bulunurdu. Yemek günde iki öğün yenilirdi. İlki Kuşluk vakti diğeri ise akşam vakti idi.





  •  Padişahların İftar Sofraları nasıldı ?


Osmalıda İftar sofralarında su yerine hoşaf ve şerbet içilirdi. Et ve balık pişirilirken mutlaka tarçın kullanılırdı. Araştırmacılara göre Saray mutfaklarında halkın tükettiği bulgur yerine pirinç; çay ve kahvelere tatlandırıcı olarak bal,pekmez yerine şeker kullanılırdı. Saray mutfağında ekmeğe çok önem verilirdi. Sarayda en çok yenilen sebzeler; pırasa,lahana,ıspanaktı. En çok sevilen ise patlıcandı. Ancak patlıcan Anadolu kökenli değil Çin kökenli bir sebzeydi. Fasulye,patates,hindi,kakao,mısır gibi şeyler Amerika kıtasının keşfinden yani 15. yüzyıldan sonra Osmanlı Mutfağına girmiştir. Sarayın İftar menüsünde helvalarında ayrı bir yeri vardır. Misk ve gül suyundan helva, keten helva gibi yedi sekiz çeşit helva bulunurdu. Yemekler her zaman tuzsuz, tereyağı ile yapılırdı. Domates Osmanlı Mutfağına girmesi ise epey geç oldu. 18. yüzyıl sonunda kullanılmaya başlayan domates yeşilken tüketilir, kırmıya döndüğünde çöpe atılırdı.


İftar menülerinde Kırmızı et olarak koyun ve kuzu tercih edilirdi. Şiş kebaba bugünki demşr şişle yapılmaz, şiş olarak defne dalı ya da patlıcan sapı kullanılırdı. Sultanın yemeğini önce çeşniçibaşı tadar. Sonra padişah yerdi. Bugün bizim bildiğimiz asma yaprağından sarmalar Osmanlı'da Fındık kestanesi yaprağından, At kestanesi yaprağından, Ayva yaprağından yapılırdı. Araştırmalara göre Fatih Sultan Mehmet'in en çok sevdiği yiyecekler; Karides,Tavuk ve balık iken, II. Abdülhamit'in en çok sevdiği yemek Soğanlı Yumurta idi. Soğanlı Yumurtayı en iyi yapan kişiyi ödüllendiriyordu.

Bir gelenek olarak her Ramazan Ayında o anki padişah kim ise on yeniçeriye büyük bir tepsi baklava yaptırılır. ve her tepsi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına götürürdü.

3 Aralık 2019 Salı

TOPKAPI SARAYI'NIN BİLİNMEYENLERİ

Üç kıtaya yayılacak bir imparatorluğun yönetim merkezi, Osmanlı hanedanın ikametgahı, İmparatorluğun yönetiminde görev alacak Devlet adamları ve eşlerini yetiştiren mükemmel bir eğitim merkezi. Osmanlı sanatını en üst noktasına taşıyan, yönlendiren ve biçimlendiren bir sanat akademisi.
Boğaziçine doğru uzanan bir yarımada içinde yer alan Saray bir yanında Haliç diğer yanında Marmara Deniziyle çevrilidir.  700 bin metrekarelik bir alana yayımış Sarayda ilk yapılanma Fatih Sultan Mehmet döneminde başlar. Daha sonra gelen Padişahlar eklemeleriyle büyük bir saray manzumesi oluşturmuştur.



  • Bu Sarayın Yerini Kim Seçmiştir? 


Topkapı Sarayının yerini Fatih Sultan Mehmet seçmiştir. Aslında şehri fethettikten sonra ilk tercih ettiği yer yani ilk Saray  bugünki Beyazıtta bulunan İstanbul Üniversite'nin merkez binasının olduğu yerdeydi. Hem kentin merkezindeydi hem de güvenlik açısından iyi yer burasıydı. Lakin 2. Sarayı , Topkapı Sarayı'nın bulunduğu yerde kurdu. Burası boğaza doğru uzanan bir yarımadadır. Etrafı surlarla örüldü ve şehirle bu alan birbirinden ayrıldı. Yaklaşık 700 bin metrekarelik bir alan , bir tarafı Marmara Denizine diğer yanı Haliç'e bakan, tam bir açıdan da boğaza direk açılan bir yer ve kentin en parlak noktasıdır. Fatih hiç süphesiz özenle bu Sarayı belirledi ve onu da surlarını,binalarını,avlularını da bizzat inşa etti. Bu sarayın asıl banisi Fatih Sultan Mehmet'tir.




  • Saray Günümüze kadar değişime uğradı mı ?

Hiç şüphesiz her Osmanlı Padişahı tahta çıktıktan sonra bu saraya bir şeyler ekledi. Fatih'ten sonra gelenler bu sarayda yaşadılar ve Abdülmecit'e kadar da herkes bu yapıya bir takım binalar inşa ettiler. Bu çok enterasandır ki her biri bazen küçük bir daire bazen de büyük mekanlar talep edip inşa ettiler lakin tabi ki asıl esası Fatih Sultan Mehmet tarafından oluşturuldu.
Fatih'te bomboş bir alanda bunları tasarlamadı onu da unutmamak gerekir. Sarayın bulunduğu arazide hiç süphesiz Bizans devrinden kalan başka yapılarda vardı. Aslında Topkapı Sarayının yerinin önemliliği 2700 yıl önce Bizans'ın kurucusu Bizans ile başlıyor. Bizans Delfi'deki meşhur bir kaine gider ve kaine yeni şehrinin yerini merak ettiğini ve buranın neresi olduğunu sorar. Kain ise; Bizans'a yeni şehrinin körlerin Şehrinin karşısında olacağını ve en parlak en üst noktada olacağını söyler. Bizans buna pek anlam veremez ve yola koyulur. Çanakkale Boğazını geçer ardından İstanbul Boğazına gelir. Sol tarafına baktığında bugün Topkapı Sarayının olduğu yerde bir tepecik alan görür ve der ki ; ' Akropol yani en yüksek nokta olmak için ideal bir alan ve burası benim şehrim olmalı 'der. Sağına baktığında ise Kadıköy civarında yaşayan insanları görür ve onlara hitaben bunlar kör olsa gerek bu kadar güzel bir yeri görememişler ve oraya yerleşmişler. '' o çercevede kadıköye kalketen yani körler şehri diyorlar. Bizans buraya yerleşir ve ilk sarayını buraya yapar .




  • Saray Nasıl Isıtılırdı ?



Aslında Sarayı ısıtmaya çalışmıyolardı. Kendilerini sıcak tutmaya çalışıyorlardı.Bunun dışında küçük mangallarla kendilerini ısıtıyolardı. Osmanlı'lar çok iyi hamamları ısıtmayı biliyorlardı.İsteselerdi tüm Sarayı altan ısıtma ile ısıtabilerlerdi. Lakin böyle bir kültür bizde yoktur. O yüzden hamamlarda  bu teknolojiyi kullanmışlardır. Sarayda bilindiği kadarıyla Hünkar Sofası'nın altan ısıtması vardır yani bu yer dışında bu teknoloji tercih edilmemiş ve onun dışındaki Saray kısımlarında içi kürklü kaftanlar giymişlerdir.


Valide dairesine bakıldığında odanın sol tarafında bir şömine vardır. Saray hem mangal hem de şöminelerle ısıtılıyordu. Hatta bir tane de Hünkar Sofrası'na gidilirken büyük bir şömine vardır. O şöine ana şöminedir ve ordan alınan kömürlerinde mangallarda kullanıldığı dile getiriliyor.Tabi Sarayın çok iyi ısıtılmaması insan ömrü üzerinde de etkilidir. Orta Çağ ve Yakın Çağ'ın büyük kısmında insan ömrü çok kısaydı. Net bir istatistik çıkaramayız laki Saray'da ölümler özellikle çoçuk ölümleri çok fazlaydı.




Mekan soğuk, bakmak güç. Bugün düşündüğümüz gibi değil. Bir sürü kocaman penceleri var. Pencereleri düşünsenize kışın nasul ürkütücüdür ve o dönem çift cam durumu yoktu. Ancak yeşil perdeler indiriliyordu, bugün camilerin girişlerinde gördüğümüz muşamba yahut meşinlerden perdeler. Topkapı Sarayı büyük bir cadır gibi bütün pencereler bunlarla kapatılırdı. Dolayısıyla iç mekanlar biraz loştu yani bugün gördüğümüzden daha karanlık bir Saray.




















  • Harem nasıl bir yer ve buraya nasıl giriliyordu ?


Harem; Osmanlı Padişahlarının evi, dışarıya kapalıdır. İsmi de haram'dan geliyor. “Çok gizli bir yer” olan harem için tarihçi Tursun bey, “Eğer güneş, Farsçada aldığı sıfatıyla erkek olsaydı, onun bile kesinlikle içeri girmesine izin verilmezdi” demişti.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1478 yılında Topkapı Sarayı tamamlandığında, burada “Harem-i Duhteran” denilen küçük bir harem oluşturuldu.


Haremde yaşayan kadınlar çok küçük yaşlarda buraya gelirdi. Kırım, Rusya ve Çerkezistan başta olmak üzere buraya gelen kızlar, sarayda eğitim alır, 9 yıl hizmetten sonra “Itıkname” denilen özgürlük belgeleri ile güzel bir çeyiz alarak saraydan ayrılabilirlerdi.
Haremde, kadınlar nasıl davranmaları gerektiğini öğrenir, özellikle müzik konusunda eğitim alırlardı. Baş kahyanın denetimindeki kadınlar, dikiş dikmesini, Türk müziği aletlerini çalmayı öğrenirlerdi. Hatta Türk müziğinin önemli bestekarlarından Leyla Saz ve Dilhayat Kalfa haremden çıkmıştı.
Bunların içerisinde çok az kişi “padişahın eşi” olma sıfatını kazanabiliyordu. Zaten aile yaşantısı gereği bunların büyük bir kısmı padişahı göremiyor, bir kısmı hizmetli olarak çeşitli hizmetlerde çalışıyorlardı. Bunlar saraya ilk geldiklerinde kendilerine farklı isimler veriliyordu. Kendilerine İslam geleneğinde yaşamanın kuralları öğretiliyor, buna göre kişilikleri ve zarafetlerine göre Şehnaz, Gülnaz, Nazgül ve Şeminur gibi güzel isimler verilirdi. Bunlar arasında dikkat çeken Nakşidil Sultan'ın ismi de “gönüller süsü” anlamına geliyor.
Padişahın gözdesi olmayanlar ise evlenmek isterlerse saraydaki uygun kişilerle evlendirilirlerdi. Ellerine her ay 9-30 akçe gibi bir maaş verilirdi.




  • Harem'in Duvarında Bulunan Yazının Sırrı Neydi? 


Haremdeki kızlar, “ağızlarının sıkı olması, haremdeki hayat ile ilgili hiçbir bilgiyi dışarıya anlatmamalarıyla” ün kazanmışlardı. Ancak harem duvarlarındaki bazı yazılar, haremdeki çekişmeler ve bazen haksızlığa uğramanın verdiği çaresizliğin yazıya dönüşmüş hali olarak dikkat çekiyor.
Haremde valide dairelerinin altında bodrum kısmında bir odanın duvarında yer alan iki yazıda şu ifadeler göze çarpıyor:
“(İki yek kuruşluk ayna kayboldu/Bunda oturanı hırsız tuttu, bu asrın ademleri) ve (Bağrı yanık Dilferib, Allah Garip, Allah Garip Aman Aman)”
Yazıdan cariyelerden birinin diğer harem sakinleri tarafından bir şey çalmakla suçlandığı, diğerinin haksız yere iftiraya uğradığı anlaşılıyor. Bu yazılardan cariyelerin okuma ve yazma bildikleri de anlaşılıyor.


  • Tarihi Emanetler Nasıl Muhafaza ediiliyor?


Uygarlığımızın bütün şaheserleri, hafızası bu sarayda bizim için korunuyor. Yani Mümkün olduğu kadar kıymetli kumaşlar, dokuma kültürümüz ve bunların desenleri, yastıklar, kaftanlar, mücevherler, muhteşem seramikler Osmanlı Tarihi boyunca da korunmuştur. Bu Saray hakikaten bizim uygarlığımızın hafızasının olduğu bir yerdir. Osmanlı'larda bunun farkındaydı tabiki mücevherlerden ziyade emin olun ki bir 16. yüzyıl kaftanı da bize çok şey öğretir. Vefat eden padişahların böyle özel eşyaları saklanıyordu. Yavuz'un döneminden itibaren bu hazire dairesi denilen daire -bugünkü o eski Fatih Köşkü- orayı bir hafıza odası gibi muhafaza ettiler ve tahta çıkan padişahları oraya götürüp gezinti yaptırdılar. Yani kimliği oluşturan bütün unsurları burda onlar adına saklıyorlardı. Mesela mutfaktaki Onbin civarında Çin-Japon porselen takımı -imari porselen de denilir- Bugün Dünya'nın en büyük üç Çin Porselen Koleksiyonlarından bir tanesi olarak burada muhafaza ediliyor.
Şunu da bilmek gerekir.



Bugün Beşiktaş Deniz Müzesi'nde Ondört tane Saltanat Kayığı var. Bugün Dünyada 193 Ülke Toplam 42 Saltanat Kayığı bulunmakta ve biz Dünya'nın 1/3'ne sahibiz. Bu da koskaca Dünya'da Osmanlı'nın görkemini gösteren başka bir şey. Bu Saltanat Kayıkları Topkapı Sarayı'nın altındaki sepetçiler kasrı'nda muhafa edilirdi ve buradan Haliç'e veya Sadabata gidilirdi.










  • Topkapı Sarayı'na  herkes girebiliyor muydu ?
Saray Bir Muammaydı. Bütün şehri ziyaret eden seyyahlar, elçiler ve bu şehirde yaşayanlar için Saray bir muammaydı. Ancak Sultan'ın ailesi ve kendisi burada yaşardı. Onlar içinde şehir tam bir muammaydı. Sadece sarayda ders veren, eğitim verenler buraya giriş çıkış yapabilirdi.Yaşayanların sayısı dışbahçe ile birlikte binleri buluyordu. Bostancılar var o bahçeleri koruyanlar, Saray'ı koruyanlar, hizmet edenler, ocağı yakanlar, Enderun'daki delikanlılar, Harem'deki genç kızlar...  sayı hakikaten kalabalıktı. Her gün 20 bin kap yemek yapıldığı söyleniyor. Hatta bir dönem sadece mutfakta 1253 kişi çalışmıştır. Bu da gerçekten çok ciddi bir sayıdır. 



Tabiki 700 bin metrekarelik bir alan ve Saray çok geniş bahçelere sahip, Sarayın hem marmara hem de haliçe bakan muhteşem terasları var. Ki bunların haliç tarafı bugün gülhane parkı dediğimiz taraf kısmen korunmuş lakin öbür tarafı harikadır ve hiç el değmemiştir.Sadece zamanında yapılan Tren yolu buraya zarar vermiştir. burada çok güzel köşkler varmış, Osmalı'nın bahçe Mimarisinin en güzel örnekleri marmara tarafuna bakan yerde olduğu söylenir Lakin Abdülaziz bunlara pek ilgi göstermemiş ve tam o sırada Demiryolu Hattı İstanbul'a gelmiş. 1870'lerde demiryolu buradan geçirmişler. Hem bizans hem de osmanlı sarayının dış bahçeleri harap olmuş. hatta o dönemde bu durumm tartışılır ve bahçelerin sahibi Abdülazize sorulur. Aziz; 'Memlekete demiryolu gelsin de sırtımdan bile geçse razıyım.' dşye kendi yazısıyla bir not düşmüştür.


  • Topkapı Sarayı'nın Altında Yatan Sarnıçların Gizemi Nedir? 

 Topkapı Sarayı sadece şüphesiz sadece Bizans'a değil Antik Bizantion Kentinin üzerinde yani Bizans İmparatorluğun başkenti Konstantinapolis'in en nadide mahalleleri buradaydı. Ama onlarında altında Antik Bizantion kenti vardı. Topkapı Sarayı'nın altında 12 bin metrelik kültür toprağı vardır. 12 bin metre boyunca kentin neredeyse 4- 5 bin yıllık tarihini izleyebiliriz. Lakin altında mahzenler,dehlizler de mevcut.  Gidenler bilirler. Topkapı Sarayı’nda iki kulesiyle oldukça etkileyici bir girişi olan 2. avlunun ana yolu olan ve padişah yolu olarak bilinen yolun üzerinde bir sarnıç bulunuyor. Üzerindeki tabelada 5. ve 6. yüzyıla ait olduğu yazılan sarnıç Topkapı Sarayı’nın gözönünde olan tek sarnıcı.

Gözönünde diyorum çünkü görülmeyenleriyle beraber bu sarnıçlardan Topkapı Sarayı’nda 43 tane bulunuyor. İstanbul’da yaklaşık 150 sarnıcın olduğu düşünülürse Topkapı Sarayı’nın sarnıç açısından ne kadar zengin bir alan olduğu rahatlıkla görülebilir.
Bu 43 sarnıcı, sarnıçlara uzanan su yolları ile beraber topladığımızda ise elde ettiğimiz uzunluk yaklaşık 1 kilometreyi buluyor. Yani Topkapı Sarayı’nın altında su yollarından ve sarnıçlardan oluşan devasa bir labirent var.

Hatta bu labirentlerden biri Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusundan başlıyor ve Harem’in tuvaletinden çıkıyor.  Kutsal Emanetlerin saklandığı III. Avludaki Hırka-i Saadet dairesinin önündeki yerde yeralan kapaktan 5 yüzyıldan kaldığı tahmşn edilen sarnıça açılıyor . Bu sarnıç adeta bir su altı şehri ve Güneş görmediği için yosun tutmayan sutünlardaki haç motifleri Osmanlı öncesini işaret ediyor. Osmanlı döneminde depo olarak kullanılan bu sarnıç bugün ise asıl işlevini koruyor. Burada yer alan su bugün Topkapı Sarayı'nın bahçe sulamasında kullanılıyor. Topkapı Sarayının altında sadece sarnıçlar değil başka binalara ait altyapılarda var. Hatta burası Akropol  olduğu için Bizans'tan önce Romalılar devrinde kullanılmış kalıntılar ve yapılarda bulmak mümkündür.