11 Aralık 2019 Çarşamba

OSMANLI SARAY MUTFAĞI

Orta Asya'nın köklü Kültürünü beraberinde getiren Türkler, günümüze kadar evi olarak görecekleri bu toprakların bereketini de sofralarına katarak kendi Kültürlerini oluşturmuşlardır. Baharatın çeşitli, toprağı bereketli, suyun bol, bitkinin gür olduğu Anadolu topraklarında doğan mutfak kültürü Dünya'nın en güçlü İmparatoru Olan Osmanlı Sofrasında önemli bir yer almaktadır.





  • Ertuğrul Gazi ve Alperenleri ne yer, ne içerdi? O dönemin mutfağı nasıldı?

Ertuğrul Gazi Dönemi 13. yüzyıla tekabül ediyor. Dolayısıyla Osmanlı öncesi dönem ama aynı zamanda bu dönem Orta Asya'daki Türklerin yaşantısından daha farklı izler taşıyor. Bir defa şunu söylememiz lazım o dönemde Tarım Devrimin getirdiği özellikleri görüyoruz. Bunlar; Hayvanlar ve hayvanların eti, sütü ve süt ürünleriyle beslenmeleri aynı zamanda tahıllarla besleniyorlar. Sebze ve meyve çeşitlerinin de artık yoğun olarak kullanıldığı bir dönem. Dolasıyla Ertuğrul Gazi döneminde insanların yedikleri hayvansal ürünler, tahıl, sebze ve meyvelerden ibarettir. Şunu da söyleyelim sonraki dönemlerde ortaya çıkan Coğrafi olarak o bölgede olmayan bir takım ürünleri tüketme imkanına sahip değillerdi. Çünkü eski dönemlerde malların özellikle gıda maddelerinin transferi öyle kolaylıkla yapılamıyordu.O nedenle her bölge kendi kendine yetecek şekilde bir mal üretimi özelliğine sahipti. Sonraki dönemler özellikle 17. yüzyıldan sonra bu yapı değişikliğe uğramıştır.


  • Türkler Anadolu'ya geldiklerinde Anadolu'da ne var?

Türkler gelirken iki tane medeniyet havzasıyla buluşuyor. Büyük Selçuklu Döneminde Fars ve Arap Kültürü ile oradaki incelikleri,zerafetleri ve bazı ürünlerinden etkileniyorlar. Çünkü Türklerin Orta Asya'daki alışganlıkları biraz daha yüzeysel, rafine olmamış şeylerden söz edebiliyoruz. Seçkinler için öyle değil mesela Hakan'ın çadırındaki yemek çok daha farklıydı. Lakin Fars ve Araplarla temas kurduktan sonra onların birimini devraldılar.




  • Topkapı Sarayında yemekler nerede pişirilirdi?


Osmanlı Mutfağına Matbah-ı Amire denilirdi.  Geleneksel düzene II. Mehmet (Fatih) döneminde (1451-1481) kavuşan Matbah-ı Amire, Sarayın en kalabalık kadrolu birimlerinden biriydi.
Mutfak Topkapı Sarayı'nda 5250 metrekarelik alan üzerinde kurulmuş devasa bir bölümde bulunmaktadır.  Mutfak ; II. Avlunun sağ köşesinde sağ tarafı tamamen kuşatmış durumunda ve revaklarla ayrılmış içerisinde orta bir mutfak koridoru bulunan ve 10 tane bacası bulunan bir yapıdır.  Bacalardan sondaki iki tanesi helvahane binasının bacasıdır. Onların dışındaki sekiz tanesi mutfak bacasıdır.Matbah-ı Amire büyük ve küçük olmak üzere, iki bölümdü. Büyük mutfakta saray halkı, divan günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Küçük mutfak ise Padişah’ın özel yemeklerinin pişirilirdi . Matbah kâhyası mutfak giderlerinin hesabını tutar, pişecek yemeklerin türünü belirlerdi.


Hergün yaklaşık onbeş bin kişi için yemek hazırlanan mutfakta yaklaşık olarak iki bin kişi görev yapmaktaydı. Mutfağın üç ayrı kapısı bulunmaktaydı. Bunlar; Aşağı Mutfak Kapısı, Has Mutfak Kapısı, Helvahane kapısıdır. Bu kapılar Dünya denilen II. Avlu'ya açılmaktadır. İdare bölümlerine ulaşmak için Aşağı Mutfak Kapısı'ndan gidilirdi.

Orada çok farklı zaman diliminde farklı mutfaklar yer alıyordu. En önemli alanı hiç şüphesiz Has mutfaktı. Çünkü Padişahların yemeğinin pişirildiği yer burasıydı. Herkes Hiyerarşisine göre yemek yemek zorundaydı. Statüye göre yemek pişerdi. Dolayısıyla mutfakların her birinde aynı yemekler pişiyor demek mümkün değildi.


  • Padişahlarda görülen Gut Hastalığının nedeni acaba kırmızı et midir?




Osmanlı Seçkinleri bol miktarda kırmızı et tüketiyorlardı. Bu nedenle Padişahların Gut hastalığının nedenleri arasında bu protein fazlalığı dikkate alınıyor. Çünkü kan içerisinde fazla protein olması  ürikasit üretiyor bunu atamadığınız zaman vücudunuzdaki damarlarda sorun teşkil ediyor ve böylece gut hastalığı ortaya çıkıyor. Birçok Padişahta Gut hastalığı görülmüştür. Hangi etleri tüketirlerdi diye sorarsak; Ana et olarak koyun eti tercih ediyorlar. İnek eti, dana eti pek tercih etmiyorlardı. Bunun en büyük nedeni Osmanlı Tıbbındaki etlerin tasnifidir. Fatih Sultan Mehmet döneminde Matbah-ı Amire'de her gün ortalama 25-30 tavuk alındığı muhasebe defterlerinde kayıtlıdır. Tavukların büyük bölümüyle her gün kebap yapılırdı ve sarayın hastanesinde yatanlar için Tavuk çorbası pişirilirdi diye bilinir.





  • Saray Mutfağında İslam Tıbbı nasıl uygulanırdı ?


Osmanlı Sarayında yemek sadece karın doyurmak anlamına gelmezdi. Mutfakta 'yenilebilir felsefe' vardı ve yemekle tıp bilimi arasındaki önemli bağ yenilebilir felsefenin temelini oluşturmuştu. İnsan Vücudunda kan, balgam, Safra ve sevda olmak üzere dört tane hılt bulunmaktadır. Hıltların miktar ve seviyesini belirleyen etmenlerden biri de yiyecek ve içeçeklerdir. Bunu dengede tutmak için; denge bozulduğunda perhiz yapılır ve ilaç takviyesinde bulunulurdu. 

İlkbahar ve Sonbahar'da kan yapacak; Yazın Safra'yı, Kışın balgamı azaltacak besinler tercih ediliyordu. Saray hekimleri ve mutfak çalışanları tüm incelikleri bildiği için saray halkına mevsimlere göre değişen ve sözü edilen hıltların dengesini koruyacak yemekler sunuyorlardı. Dolayısıyla listeler mevsimlere göre oluşturulmuş ve insan vücudundaki değişmeleri gözlemleyerek ona göre menüleri oluşturmuşlardır. Mesela kırmızı eti yazın çok tüketmiyorlar.Yaz aylarında daha çok beyaz et tüketiyorlar. Kışın bol miktarda baharat var yazın yok denecek kadar  baharatlı yemekler var. Bunu insan vücudundaki değişimlerin ürettiği sorunları giderecek bir çözüm olarak görüyorlar.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde mutfağa kurulan helvahane kısmında; helva, macun, reçel, şurup hazırlanmakla kalınmaz aynı zamanda hekimbaşının verdiği reçeteler uygulanarak ilaç üretimi de yapılırdı. Yani burası aynı zamanda Osmanlı'nın eczanesiydi. İlaçlar çoğunlukla bitkiseldi. Helvahane'de vücudun ağrıyan bölgelerini ovmak için 'hazine yağı' saçların beslenmesi için 'zülüf yağı' yapılırdı. Nevruziye denilen baharat karışımı Nevruz Bayramında dağıltılmak üzere hekimbaşı hazırlar ve bu karışımın pek çok hastalığa iyi geldiği bilinirdi.


  • Küllük Helvası'nın Hikayesi nedir?


Helva konusunda Osmanlı'lar çok ileri düzeydeler zaten helvayı da çok seviyorlar. Helvanın biraz müslümanlıkla alakalı olduğu düşünüyorlar ki Evliya Çelebi helvayla Müslümanlığı örtüştüren ifadeler kullanıyor. Çok fazla helva çeşidi üretmişler. Yaklaşık otuzbeş çeşit helvadan söz ediyoruz bunlardan ; Susamlı helva, tahinli helva, ketenli helva en yaygın tüketilenlerdendi.
Şıhlar Köyü’nün halkı, bir tür tel helvası olan külük helvasının Mevlana zamanından beri köyde yapıldığını anlatırlar. "Mevlana; zamanında, Horosan'dan gelerek Şıhlar Köyü’ne yerleşen Pirce Alaaddin isminde bir ermiş ve ailesi bu helvayı sıkça yapar yermiş. Hatta Pirce Alaadddin'in  babası haca gider. O zamanlar Hacca gidip gelmek altı ay sürermiş. Hac Arifesinde köyde kalan Pirce Alaaddin ile annesi helva yapmışlar. Helvayı yerlerken annesi, "ah şimdi baban da şimdi burada olsaydı, bu helvayı çok severdi" diye söylenmiş. Bunu duyan Pirce, annesine helvada bir tasını ayırmasını ve hemen babasına götüreceğini söylemiş. Annesi karşı çıksa da, Pirce Alaaddin helvayı tasa doldurtarak ortadan kaybolmuş. Akşama doğru eve dönen Pirce Alaaddin, annesine, babasının helvayı çok sevdiğini ve kendisine selam gönderdiğini söylemiş. Annesi helva götürdüğü tasın nerede olduğunu sorunca, oğlan; "onu babam dönüşte getirecek, gelince sorarsın" demiş. Kadının kocası Hac'dan dönünce tası eşine teslim etmiş ve gönderdiği sıcak helva için de teşekkür etmiş.


  • Osmanlı Sofra Gelenekleri nelerdi?

Günümüzde hala kullandığımız Sofra kelimesi Arapçadan dilimize girmiştir. Sofra kök itibari ile sefer yani yolculuk kelimesinden türemiş ve seyahat sırasında yolcunun taşıdığı yiyecek torbası olarak kullanılmıştır. Bu torba deri ya da meşinden yapılmıştır.  Sofra 16. yüzyıla dek yere yayılarak üzerinde yemek yenilen meşin dikdörtgen adı iken daha sonra üstünde yemek yenilen masaya sofra denilmeye başlanmıştır. Osmanlı'da İstanbul fethinden önce sade bir sofra anlayışı mevcuttu. Selçuklular döneminde yemekler altın ve gümüş tepsilerle sunulurken Osmanlı Devletinin kuruluş aşamasında gösterişten uzak sunumlar görülmekteydi. II. Murat döneminde Edirne'ye gelen Avusturya Seferi Padişah sofrasında sadece etli pirinç pilavı ve içeçek olduğunu anlatır. Osmanlı'nın ileri gelenlerinin sofrasında yemek sırasında konuşulmaz, sohbet edilmezdi. Kaşık ele alındığı vakit başka şeyle ilgilenilmezdi. Yemeğe besmele ile başlanılırdı.




 Osmanlı'nın ilk dönemlerinde yemek, Saray ve konaklarda yere çok yakın olan sofralarda yenilirdi. Yemek vakti geldiğinde hizmetkarlar kalaylı dövme bakırdan yapılmış genellikle motiflerle bezenmiş sini denilen büyük yuvarlak tablaları küçük sehbalar üzerine yerleştirirlermiş. Sini'nin ve sehbanın altına örtü serilirmiş. İlk zamanlarda sofralarda kullanılan tek araç kaşıkmış. Kaşığın, Osmanlı Kültüründe yeri ve önemi büyüktür.Kaşık o kadar önemli bir hale gelmiş ki bir statü sembolü olmaya başlamış. İşte efendim; değerli taşlarla sapları süslenmiş kaşıklar, abanozdan, sedeften kaşıklar... Hatta yeniçerilerin o kocaman başlıklarının ortasında seferlere giderken kaşıklarını soktukları ” kaşıklık” denilen özel bir bölme bile varmış. Saray ve konaklarda yemek servisi başlamadan önce bu işle görevlendirilmiş ibrik ulemaları veya ibrikler adı verilen hizmetkarlar ibrik ve leğen getirerek sofraya oturanlara el yıkamaları için su dökerlerdi.
Yemekler Çaşnıgiller tarafından sofraya yerleştirilirdi. Bu kişiler özel eğitimli ve sadece padişaha hizmet eden özel kiyafetli kişilerdi. Hatta Padişaha suikast girişiminde veya yemeğin tadını sınamakta görevli olduğu bilinirler.

Padişahın özel yaşamı olan haremlerde yemek unsuru biraz daha farklıydı. Karaağalar, kadınlar ve Padişah bölümünden oluşan Harem için Saray Mutfağından çıkan yemeklerin dışında Valide Sultan ve gözdeler için özel yemekler yapılırdı. Bu yemekleri Harem'e kadar Zülüflü Baltacılar adı verilen yeniçeriler arasından seçilmiş askerler taşırdı. Bunlara Zülüflü denilmesinin sebebi feslerinin önünde Zülüfe benzeyen püsküllerinin bulunmasıydı.
Yemeğin türüne göre servis hazır bulunurdu. Yemek günde iki öğün yenilirdi. İlki Kuşluk vakti diğeri ise akşam vakti idi.





  •  Padişahların İftar Sofraları nasıldı ?


Osmalıda İftar sofralarında su yerine hoşaf ve şerbet içilirdi. Et ve balık pişirilirken mutlaka tarçın kullanılırdı. Araştırmacılara göre Saray mutfaklarında halkın tükettiği bulgur yerine pirinç; çay ve kahvelere tatlandırıcı olarak bal,pekmez yerine şeker kullanılırdı. Saray mutfağında ekmeğe çok önem verilirdi. Sarayda en çok yenilen sebzeler; pırasa,lahana,ıspanaktı. En çok sevilen ise patlıcandı. Ancak patlıcan Anadolu kökenli değil Çin kökenli bir sebzeydi. Fasulye,patates,hindi,kakao,mısır gibi şeyler Amerika kıtasının keşfinden yani 15. yüzyıldan sonra Osmanlı Mutfağına girmiştir. Sarayın İftar menüsünde helvalarında ayrı bir yeri vardır. Misk ve gül suyundan helva, keten helva gibi yedi sekiz çeşit helva bulunurdu. Yemekler her zaman tuzsuz, tereyağı ile yapılırdı. Domates Osmanlı Mutfağına girmesi ise epey geç oldu. 18. yüzyıl sonunda kullanılmaya başlayan domates yeşilken tüketilir, kırmıya döndüğünde çöpe atılırdı.


İftar menülerinde Kırmızı et olarak koyun ve kuzu tercih edilirdi. Şiş kebaba bugünki demşr şişle yapılmaz, şiş olarak defne dalı ya da patlıcan sapı kullanılırdı. Sultanın yemeğini önce çeşniçibaşı tadar. Sonra padişah yerdi. Bugün bizim bildiğimiz asma yaprağından sarmalar Osmanlı'da Fındık kestanesi yaprağından, At kestanesi yaprağından, Ayva yaprağından yapılırdı. Araştırmalara göre Fatih Sultan Mehmet'in en çok sevdiği yiyecekler; Karides,Tavuk ve balık iken, II. Abdülhamit'in en çok sevdiği yemek Soğanlı Yumurta idi. Soğanlı Yumurtayı en iyi yapan kişiyi ödüllendiriyordu.

Bir gelenek olarak her Ramazan Ayında o anki padişah kim ise on yeniçeriye büyük bir tepsi baklava yaptırılır. ve her tepsi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına götürürdü.

3 Aralık 2019 Salı

TOPKAPI SARAYI'NIN BİLİNMEYENLERİ

Üç kıtaya yayılacak bir imparatorluğun yönetim merkezi, Osmanlı hanedanın ikametgahı, İmparatorluğun yönetiminde görev alacak Devlet adamları ve eşlerini yetiştiren mükemmel bir eğitim merkezi. Osmanlı sanatını en üst noktasına taşıyan, yönlendiren ve biçimlendiren bir sanat akademisi.
Boğaziçine doğru uzanan bir yarımada içinde yer alan Saray bir yanında Haliç diğer yanında Marmara Deniziyle çevrilidir.  700 bin metrekarelik bir alana yayımış Sarayda ilk yapılanma Fatih Sultan Mehmet döneminde başlar. Daha sonra gelen Padişahlar eklemeleriyle büyük bir saray manzumesi oluşturmuştur.



  • Bu Sarayın Yerini Kim Seçmiştir? 


Topkapı Sarayının yerini Fatih Sultan Mehmet seçmiştir. Aslında şehri fethettikten sonra ilk tercih ettiği yer yani ilk Saray  bugünki Beyazıtta bulunan İstanbul Üniversite'nin merkez binasının olduğu yerdeydi. Hem kentin merkezindeydi hem de güvenlik açısından iyi yer burasıydı. Lakin 2. Sarayı , Topkapı Sarayı'nın bulunduğu yerde kurdu. Burası boğaza doğru uzanan bir yarımadadır. Etrafı surlarla örüldü ve şehirle bu alan birbirinden ayrıldı. Yaklaşık 700 bin metrekarelik bir alan , bir tarafı Marmara Denizine diğer yanı Haliç'e bakan, tam bir açıdan da boğaza direk açılan bir yer ve kentin en parlak noktasıdır. Fatih hiç süphesiz özenle bu Sarayı belirledi ve onu da surlarını,binalarını,avlularını da bizzat inşa etti. Bu sarayın asıl banisi Fatih Sultan Mehmet'tir.




  • Saray Günümüze kadar değişime uğradı mı ?

Hiç şüphesiz her Osmanlı Padişahı tahta çıktıktan sonra bu saraya bir şeyler ekledi. Fatih'ten sonra gelenler bu sarayda yaşadılar ve Abdülmecit'e kadar da herkes bu yapıya bir takım binalar inşa ettiler. Bu çok enterasandır ki her biri bazen küçük bir daire bazen de büyük mekanlar talep edip inşa ettiler lakin tabi ki asıl esası Fatih Sultan Mehmet tarafından oluşturuldu.
Fatih'te bomboş bir alanda bunları tasarlamadı onu da unutmamak gerekir. Sarayın bulunduğu arazide hiç süphesiz Bizans devrinden kalan başka yapılarda vardı. Aslında Topkapı Sarayının yerinin önemliliği 2700 yıl önce Bizans'ın kurucusu Bizans ile başlıyor. Bizans Delfi'deki meşhur bir kaine gider ve kaine yeni şehrinin yerini merak ettiğini ve buranın neresi olduğunu sorar. Kain ise; Bizans'a yeni şehrinin körlerin Şehrinin karşısında olacağını ve en parlak en üst noktada olacağını söyler. Bizans buna pek anlam veremez ve yola koyulur. Çanakkale Boğazını geçer ardından İstanbul Boğazına gelir. Sol tarafına baktığında bugün Topkapı Sarayının olduğu yerde bir tepecik alan görür ve der ki ; ' Akropol yani en yüksek nokta olmak için ideal bir alan ve burası benim şehrim olmalı 'der. Sağına baktığında ise Kadıköy civarında yaşayan insanları görür ve onlara hitaben bunlar kör olsa gerek bu kadar güzel bir yeri görememişler ve oraya yerleşmişler. '' o çercevede kadıköye kalketen yani körler şehri diyorlar. Bizans buraya yerleşir ve ilk sarayını buraya yapar .




  • Saray Nasıl Isıtılırdı ?



Aslında Sarayı ısıtmaya çalışmıyolardı. Kendilerini sıcak tutmaya çalışıyorlardı.Bunun dışında küçük mangallarla kendilerini ısıtıyolardı. Osmanlı'lar çok iyi hamamları ısıtmayı biliyorlardı.İsteselerdi tüm Sarayı altan ısıtma ile ısıtabilerlerdi. Lakin böyle bir kültür bizde yoktur. O yüzden hamamlarda  bu teknolojiyi kullanmışlardır. Sarayda bilindiği kadarıyla Hünkar Sofası'nın altan ısıtması vardır yani bu yer dışında bu teknoloji tercih edilmemiş ve onun dışındaki Saray kısımlarında içi kürklü kaftanlar giymişlerdir.


Valide dairesine bakıldığında odanın sol tarafında bir şömine vardır. Saray hem mangal hem de şöminelerle ısıtılıyordu. Hatta bir tane de Hünkar Sofrası'na gidilirken büyük bir şömine vardır. O şöine ana şöminedir ve ordan alınan kömürlerinde mangallarda kullanıldığı dile getiriliyor.Tabi Sarayın çok iyi ısıtılmaması insan ömrü üzerinde de etkilidir. Orta Çağ ve Yakın Çağ'ın büyük kısmında insan ömrü çok kısaydı. Net bir istatistik çıkaramayız laki Saray'da ölümler özellikle çoçuk ölümleri çok fazlaydı.




Mekan soğuk, bakmak güç. Bugün düşündüğümüz gibi değil. Bir sürü kocaman penceleri var. Pencereleri düşünsenize kışın nasul ürkütücüdür ve o dönem çift cam durumu yoktu. Ancak yeşil perdeler indiriliyordu, bugün camilerin girişlerinde gördüğümüz muşamba yahut meşinlerden perdeler. Topkapı Sarayı büyük bir cadır gibi bütün pencereler bunlarla kapatılırdı. Dolayısıyla iç mekanlar biraz loştu yani bugün gördüğümüzden daha karanlık bir Saray.




















  • Harem nasıl bir yer ve buraya nasıl giriliyordu ?


Harem; Osmanlı Padişahlarının evi, dışarıya kapalıdır. İsmi de haram'dan geliyor. “Çok gizli bir yer” olan harem için tarihçi Tursun bey, “Eğer güneş, Farsçada aldığı sıfatıyla erkek olsaydı, onun bile kesinlikle içeri girmesine izin verilmezdi” demişti.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1478 yılında Topkapı Sarayı tamamlandığında, burada “Harem-i Duhteran” denilen küçük bir harem oluşturuldu.


Haremde yaşayan kadınlar çok küçük yaşlarda buraya gelirdi. Kırım, Rusya ve Çerkezistan başta olmak üzere buraya gelen kızlar, sarayda eğitim alır, 9 yıl hizmetten sonra “Itıkname” denilen özgürlük belgeleri ile güzel bir çeyiz alarak saraydan ayrılabilirlerdi.
Haremde, kadınlar nasıl davranmaları gerektiğini öğrenir, özellikle müzik konusunda eğitim alırlardı. Baş kahyanın denetimindeki kadınlar, dikiş dikmesini, Türk müziği aletlerini çalmayı öğrenirlerdi. Hatta Türk müziğinin önemli bestekarlarından Leyla Saz ve Dilhayat Kalfa haremden çıkmıştı.
Bunların içerisinde çok az kişi “padişahın eşi” olma sıfatını kazanabiliyordu. Zaten aile yaşantısı gereği bunların büyük bir kısmı padişahı göremiyor, bir kısmı hizmetli olarak çeşitli hizmetlerde çalışıyorlardı. Bunlar saraya ilk geldiklerinde kendilerine farklı isimler veriliyordu. Kendilerine İslam geleneğinde yaşamanın kuralları öğretiliyor, buna göre kişilikleri ve zarafetlerine göre Şehnaz, Gülnaz, Nazgül ve Şeminur gibi güzel isimler verilirdi. Bunlar arasında dikkat çeken Nakşidil Sultan'ın ismi de “gönüller süsü” anlamına geliyor.
Padişahın gözdesi olmayanlar ise evlenmek isterlerse saraydaki uygun kişilerle evlendirilirlerdi. Ellerine her ay 9-30 akçe gibi bir maaş verilirdi.




  • Harem'in Duvarında Bulunan Yazının Sırrı Neydi? 


Haremdeki kızlar, “ağızlarının sıkı olması, haremdeki hayat ile ilgili hiçbir bilgiyi dışarıya anlatmamalarıyla” ün kazanmışlardı. Ancak harem duvarlarındaki bazı yazılar, haremdeki çekişmeler ve bazen haksızlığa uğramanın verdiği çaresizliğin yazıya dönüşmüş hali olarak dikkat çekiyor.
Haremde valide dairelerinin altında bodrum kısmında bir odanın duvarında yer alan iki yazıda şu ifadeler göze çarpıyor:
“(İki yek kuruşluk ayna kayboldu/Bunda oturanı hırsız tuttu, bu asrın ademleri) ve (Bağrı yanık Dilferib, Allah Garip, Allah Garip Aman Aman)”
Yazıdan cariyelerden birinin diğer harem sakinleri tarafından bir şey çalmakla suçlandığı, diğerinin haksız yere iftiraya uğradığı anlaşılıyor. Bu yazılardan cariyelerin okuma ve yazma bildikleri de anlaşılıyor.


  • Tarihi Emanetler Nasıl Muhafaza ediiliyor?


Uygarlığımızın bütün şaheserleri, hafızası bu sarayda bizim için korunuyor. Yani Mümkün olduğu kadar kıymetli kumaşlar, dokuma kültürümüz ve bunların desenleri, yastıklar, kaftanlar, mücevherler, muhteşem seramikler Osmanlı Tarihi boyunca da korunmuştur. Bu Saray hakikaten bizim uygarlığımızın hafızasının olduğu bir yerdir. Osmanlı'larda bunun farkındaydı tabiki mücevherlerden ziyade emin olun ki bir 16. yüzyıl kaftanı da bize çok şey öğretir. Vefat eden padişahların böyle özel eşyaları saklanıyordu. Yavuz'un döneminden itibaren bu hazire dairesi denilen daire -bugünkü o eski Fatih Köşkü- orayı bir hafıza odası gibi muhafaza ettiler ve tahta çıkan padişahları oraya götürüp gezinti yaptırdılar. Yani kimliği oluşturan bütün unsurları burda onlar adına saklıyorlardı. Mesela mutfaktaki Onbin civarında Çin-Japon porselen takımı -imari porselen de denilir- Bugün Dünya'nın en büyük üç Çin Porselen Koleksiyonlarından bir tanesi olarak burada muhafaza ediliyor.
Şunu da bilmek gerekir.



Bugün Beşiktaş Deniz Müzesi'nde Ondört tane Saltanat Kayığı var. Bugün Dünyada 193 Ülke Toplam 42 Saltanat Kayığı bulunmakta ve biz Dünya'nın 1/3'ne sahibiz. Bu da koskaca Dünya'da Osmanlı'nın görkemini gösteren başka bir şey. Bu Saltanat Kayıkları Topkapı Sarayı'nın altındaki sepetçiler kasrı'nda muhafa edilirdi ve buradan Haliç'e veya Sadabata gidilirdi.










  • Topkapı Sarayı'na  herkes girebiliyor muydu ?
Saray Bir Muammaydı. Bütün şehri ziyaret eden seyyahlar, elçiler ve bu şehirde yaşayanlar için Saray bir muammaydı. Ancak Sultan'ın ailesi ve kendisi burada yaşardı. Onlar içinde şehir tam bir muammaydı. Sadece sarayda ders veren, eğitim verenler buraya giriş çıkış yapabilirdi.Yaşayanların sayısı dışbahçe ile birlikte binleri buluyordu. Bostancılar var o bahçeleri koruyanlar, Saray'ı koruyanlar, hizmet edenler, ocağı yakanlar, Enderun'daki delikanlılar, Harem'deki genç kızlar...  sayı hakikaten kalabalıktı. Her gün 20 bin kap yemek yapıldığı söyleniyor. Hatta bir dönem sadece mutfakta 1253 kişi çalışmıştır. Bu da gerçekten çok ciddi bir sayıdır. 



Tabiki 700 bin metrekarelik bir alan ve Saray çok geniş bahçelere sahip, Sarayın hem marmara hem de haliçe bakan muhteşem terasları var. Ki bunların haliç tarafı bugün gülhane parkı dediğimiz taraf kısmen korunmuş lakin öbür tarafı harikadır ve hiç el değmemiştir.Sadece zamanında yapılan Tren yolu buraya zarar vermiştir. burada çok güzel köşkler varmış, Osmalı'nın bahçe Mimarisinin en güzel örnekleri marmara tarafuna bakan yerde olduğu söylenir Lakin Abdülaziz bunlara pek ilgi göstermemiş ve tam o sırada Demiryolu Hattı İstanbul'a gelmiş. 1870'lerde demiryolu buradan geçirmişler. Hem bizans hem de osmanlı sarayının dış bahçeleri harap olmuş. hatta o dönemde bu durumm tartışılır ve bahçelerin sahibi Abdülazize sorulur. Aziz; 'Memlekete demiryolu gelsin de sırtımdan bile geçse razıyım.' dşye kendi yazısıyla bir not düşmüştür.


  • Topkapı Sarayı'nın Altında Yatan Sarnıçların Gizemi Nedir? 

 Topkapı Sarayı sadece şüphesiz sadece Bizans'a değil Antik Bizantion Kentinin üzerinde yani Bizans İmparatorluğun başkenti Konstantinapolis'in en nadide mahalleleri buradaydı. Ama onlarında altında Antik Bizantion kenti vardı. Topkapı Sarayı'nın altında 12 bin metrelik kültür toprağı vardır. 12 bin metre boyunca kentin neredeyse 4- 5 bin yıllık tarihini izleyebiliriz. Lakin altında mahzenler,dehlizler de mevcut.  Gidenler bilirler. Topkapı Sarayı’nda iki kulesiyle oldukça etkileyici bir girişi olan 2. avlunun ana yolu olan ve padişah yolu olarak bilinen yolun üzerinde bir sarnıç bulunuyor. Üzerindeki tabelada 5. ve 6. yüzyıla ait olduğu yazılan sarnıç Topkapı Sarayı’nın gözönünde olan tek sarnıcı.

Gözönünde diyorum çünkü görülmeyenleriyle beraber bu sarnıçlardan Topkapı Sarayı’nda 43 tane bulunuyor. İstanbul’da yaklaşık 150 sarnıcın olduğu düşünülürse Topkapı Sarayı’nın sarnıç açısından ne kadar zengin bir alan olduğu rahatlıkla görülebilir.
Bu 43 sarnıcı, sarnıçlara uzanan su yolları ile beraber topladığımızda ise elde ettiğimiz uzunluk yaklaşık 1 kilometreyi buluyor. Yani Topkapı Sarayı’nın altında su yollarından ve sarnıçlardan oluşan devasa bir labirent var.

Hatta bu labirentlerden biri Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusundan başlıyor ve Harem’in tuvaletinden çıkıyor.  Kutsal Emanetlerin saklandığı III. Avludaki Hırka-i Saadet dairesinin önündeki yerde yeralan kapaktan 5 yüzyıldan kaldığı tahmşn edilen sarnıça açılıyor . Bu sarnıç adeta bir su altı şehri ve Güneş görmediği için yosun tutmayan sutünlardaki haç motifleri Osmanlı öncesini işaret ediyor. Osmanlı döneminde depo olarak kullanılan bu sarnıç bugün ise asıl işlevini koruyor. Burada yer alan su bugün Topkapı Sarayı'nın bahçe sulamasında kullanılıyor. Topkapı Sarayının altında sadece sarnıçlar değil başka binalara ait altyapılarda var. Hatta burası Akropol  olduğu için Bizans'tan önce Romalılar devrinde kullanılmış kalıntılar ve yapılarda bulmak mümkündür.

14 Kasım 2019 Perşembe

KUDÜS; BİR ŞEHRİN HİKAYESİ

Şehirler vardır kurulur, yıkılır ve tekrardan kurulur.Yaşarlar,ölürler, parlak ışıltılı günleri olur. Ziyası söner, sıradanlaşır hatta terkedilir, eskirler. Lakin bazen de öyle Şehirler vardır ki onlar canlıdır , diğerlerine benzemezler.Çünkü onlar bir ruh taşır. Onlar Kadim bir hafızanın izlerini taşırlar. Bir insana seslenir gibi seslenirsin. EY ! KUDÜS...

Şehirlere ruhlarını inançlar verir. Onlar kadim bir bilgeye, hikmete açılırlar. Kudüs bir semboldür. Kudüs ilk kıbledir. Hz. Adem peygamberden Hz. peygamber Efendimize kadar nice peygamberlerin ayak bastığı, Dünya'nın en büyük medeniyetlerine ev sahipliği yapmış. Üç Din içinde önemli olan ve 'Barış Şehri' anlamına gelen Dünya'nın en güzel şehridir Kudüs.



  • Kudüs şehri nasıl ve ne zaman kuruldu ?


Kudüs’ün tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Şehirde bulunan milâttan önce IV. binyıla ait çömlekler, bu binyılın son bölümünde şehrin güneydoğu kısmında bir kavmin yaşadığını, ilk ve orta Bronz çağına ait bulgular, III. binyılda ve II. binyılın ilk devirlerinde Hiksoslar dönemi ve öncesinde bu bölgede insanların bulunduğunu göstermektedir. İslâm tarihçilerine göre ilk kurucuları Amâlika olan Kudüs şehri, tarih sahnesine ilk defa Erken Bronz çağında diğer bazı eski Ken‘ân şehirleriyle birlikte çıkmıştır. XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde Kudüs bir Ken‘ân site devleti olarak zikredilir (Franken, s. 17-30).



  • Kudüs'ün İşgal tarihi nasıldı ve neler yaşandı ? 



Bir çok kaynakta Kudüs’ten Davud’un Şehri olarak bahsedilir, çünkü Hz.Davud Kudüs’ü işgal etmiş ve Birleşik İsrail Krallığının başkenti haline getirmiştir. Aynı zamanda İsrail Krallığının önemli dini merkezi olmuştur.

Kral Davud, 40 yıl süreyle Kudüs’e hükmetti ve bu hükümdarlık M.Ö. 970 yılında sona erdi. Kral Davud’tan sonra yerine oğlu Süleyman geçti. Süleyman Kutsal Tapınağı Moriah Dağı üzerine kurdu. Birinci tapınak olarakta ifade edilen Süleyman Tapınağı Yahudiler için büyük öneme sahip olan Ahit sandığının bulunduğu yerdir. Birinci Tapınak dönemine M.Ö. 586 yılında Babilliler, Kudüs’ü işgal ederek son vermişlerdir.




Büyük Daryus M.Ö. 516 yılında İkinci Tapınağın yapımını tamamlattı. Kudüs şehrinin duvarlarını ise I. Artaserhas M.Ö. 445 yılında tekrar yaptırdı. M.Ö. 63 yılında bu defa Romalılar Kudüs’ü fethettiler.

Büyük Herod, Kudüs’e bir çok yapı inşa ettirdi. Şehrin görüntüsünü büyük ölçüde değiştiği bu dönemde Kudüs bir Romalı şehir havasına büründü. Hatta Kudüs’ün adı bu dönemde “Aelia Capitolina” oldu. Bu dönemde Yahudiler’in şehre yılda sadece bir defa girmelerine izin verildi ve bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar böyle devam etti.

614 yılında Sasaniler Kudüs’ü istila ettiler ve sonrasında 15 yıl boyunca Kudüs’e hükmettiler. 629 yılında Bizans İmparatorluğu Kudüs’ü tekrar geri aldı.



  • Kudüs'ün Müslumanlaşması ne zaman ve nasıl oldu ?

Ömer İbn el-Khattab 620 yılında Bizans üzerine yaptığı seferle Kudüs’ü ele geçirdi. Bu tarihten sonra ilk defa Kudüs’te müslümanlaştırılmaya başlanıldı. Bu dönemde Kudüs müslümanlar tarafından kıble olarak kabul edildi ve Hz. Muhammed (SAV) burada Miraca yükseldi. Kudüs 16 yıl boyunca müslümanların kıblesi olduktan sonra, kıble Mekke olarak değiştirildi. Müslümanların Kudüs’e hükmettiği dönemde halifelik makamı Hristiyanların Kudüs’te güvende olacağını temin etti.
Halife Abdülmelik zamanında Kubbet-ü Sahra’nın inşa edilmesine başlanıldı. Kubbenin inşa edilmesinin en büyük nedeni olarak Kudüs’te bulunan kiliselere karşılık heybetli bir müslüman yapısının bulunması fikri kabul edilir.
Kudüs’te müslüman ve hristiyanların birlikte yaşamasına 1099 yılında Fatimiler tarafından son verildi ve Hristiyanlar Kudüs’ten kovuldular. Bu olay üzerine toplanan Haçlı ordusu Kudüs’e baskın yaptı. Bu baskında birçok müslüman ve yahudi katledildi.

Selahaddin Eyyubi 1187 yılında Kudüs’e sefer düzenleyerek Kudüs’ü haçlılardan geri aldı. Daha sonra ise müslüman ve yahudilerin Kudüs’e geri dönmesine izin verdi.



  • Peki Mescid-i Aksa nasıl bir yapıdır ve önemi nedir ?


Hz.Adem'den bugüne gelen İslam dininin ikinci mabedidir. Birçok adı vardır, Mecsid-i Aksa ve Beytülmakdis bunların en meşhurudur. Bu isim, zamanla mescidin etrafında şekillenen şehir için de kullanılmıştır. Kudüs ismi de Beytülmakdis'ten türetilmiştir. Hz Süleyman tarafından yaptırıldığı için gayri müslimler Süleyman Mabedi olarak anarlar. Mescid-i Aksa diye andığımız bölge düzensiz surlarla çevrili bir alandır ve Harem-i Şerif diye de anılır. Mescid-i Aksa'nın merkezinde Kubbetü's sahre vardır. Aksa Cami bölge içerisindedir. Osmanlılar devrinde Aksa Cami'nin yanında Hz. Ömer'in hatırasını korumak için Ömer Cami yapılmıştır. Memlükler'in yaptırdığı sebil daha sonra Sultan 2. Abdülhamit Han tarafından tamir ettirildiği için Hamidiye Sebili diye de anılır. Bölgenin içerisinde Resüllah'ın peygamberlerle buluştuğu, onlara namaz kıldırdığı ve mi'raca yükseldiği yerlerde mihrap, kubbe gibi yapılarla Peyfamber Efendimiz'in hatırası korunmuştur. Osmanlıların Gazze sancakbeyi Ahmed Paşa buraya halvethane Tahtı denilen medrese yaptırmıştır. Bugün Süleyman Tahtı denilen yerdeki yapılar Osmanlılar'a aittir. Resüllah'ın mi'raca yükselirken buradaki yere bir mescid yapılmış ve Burak Mescidi adı verilmiştir. Ağlama duvarının hemen bitişiğindedir.


  • AĞLAMA DUVARI


Burası Yahudiler için en kutsal yapılardan biridir. Ağlama Duvarı, 'Büyük Tapınak' olarak bilinen ibadethanenin sağlam kalan batı duvarıdır. Bu sebeple bazen 'Batı Duvarı' olarak da tanınan yapının uzunluğu tam 485 metredir. MÖ 19 yılından kalma duvarın yüksekliği 19 metredir. Yahudiler için kentin en değerli değerlerinden biri olarak kabul edilen Ağlama Duvarı Kudüs turizmi açısından da son derece önemlidir.








  • Peki Kudüs'e geleceği düşünülenMmesih Hz. Davud soyundan mı gelecek?


Mesih inancı yahudilikte en köklü inançlardan biridir. Nasıl bizde amentü iman esasları altı'dır. Bunlardan birisini inkar etmek Müslümanlıktan çıkarıyorsa Yahudilikte de iman esaslarından vazgeçilmez temel esaslarından biri de mesihin gelmesidir. Bu durum bugün yahudilerin büyük çogunlugunca kabul edilir. Mesih ; Yahudilere göre , Yaduhileri bulundukları kötü şartlardan kurtaracak , onları kendi kutsal kitapları Tevrat'ta Tanrı'nın vaddettiği gibi Tanrı'nın has kavmi, seçkinler zümresi haline tekrar getirecek güçlü bir kurtarıcıdır. Bekledikleri mesihin Hz. Davud soyundan olacağına inanılıyor.Yahudilikte davud yahudileri göçebe hayattan yerleşik hayata geçiren ve sonra Kudüs'ü fethederek başkent yapıp orada yahudileri teşkilatlı bir devlet halinde bağımsız bir millet haline dönüştüren ideal bir kişidir.



  • Hz. Davud'un kılıcı hangi sırları taşıyor?


Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesi Destimal odasında bulunan Hz. Davut'un kılıcı ve kitabesi üzerinde sırlarla dolu çizimler, cifir ilmiyle şifrelenmiş yazılarla gizem barındırıyor. Kılıcın kitabesine göre, Hz. Davut kılıç bizzat kendi eliyle yapmış, kılıç onun ardından kudretli hükümdarlara, peygamberlere ve Hz. Muhammed'e geçmiştir. Arapça ve Nebatice yazılmış kitabede kıyamet yaklaştığında kılıcın bu kez Mesih tarafından kullanılacağı bilgisinin yer aldığına ınanılır.
Yavuz Sultan Selim tarafından, kılıçla birlikte Mısır'daki Memlük halifesinden alınıp İstanbul'a getirilen bakır levhanın, hicri 880( Miladi1475-1476) yılında yazılmış olduğu belirtiliyor.


  • Hz. İsa ve Kudüs arasındaki ilişki nedir ?


Hz.İsa'sız bir kudüs düşünülemez. Bakın aslında Hristiyan inancına göre Hz. İsa Kudüs'te değil Beytüllahim'de doğmuştur. Beytlehem(Beytüllahim) Kudüs'ün 10 km güneyinde ayrı bir kasabadır. Burada bugün Doğuş kilisesi vardır. İsa'nın Dünya'ya geldiğine inanılan bu yerde daha sonra yapılan bu kilise bugün dini bütün hristiyanların akın akın ziyaret ettikleri en kutsal yerdir. Hz.İsa kudğste doğmadı lakin hayatının son anlarını, son günlerini hatta son saatlerini kudüste geçirdi.Hatta Hz İsa  Son Akşam Yemeğini Havarileri ile beraber Kudüs'te  yemiştir.



  • Hz. İsa- Son Akşam Yemeği Ve Kudüs Üçlüsü



Hz. Davud'un kabrinin (Kudüs'te Siyon Dağı üzerinde bulunur ) üst katında yer alan bu mekan Hırıstiyan inancında öenmli yer tutar. Hazreti İsa Romalı askerlere yakalanmadan bir gün önce, bir perşembe akşamı on iki havarisini burada toplar. Fısıh bayramının cuma akşamı yenilmesi gereken Seder yemeğinin hazırlanmasını ister. Yemek esnasında havarilerden birinin ertesi gün ona ihanet edeceğini söyler.Talebelerine ekmekle şarap dağıtır ve 'Bunu yiyin. Bu benim etimdir. Bunu için. Bu benim kanımdır' der. Sonrasında oluşturulan ekmek-şarap ayini bu odada yaşananların hatırasıdır. Yahudi ve Hırıstiyanlar arasındaki mekanla ilgili anlaşmazlıklar ve hak iddiası uzun seneler çatışmalar yaşanmasına yol açmıştır. Sonunda Kanuni Sultan Süleyman mekanda taşa tapacak kadar işi abartanlar olduğunu öğrenince burayı camiye çevirmiştir. Günümüde cami niteliğini kaybetmiştir.


24 Ağustos 2019 Cumartesi

1071 MALAZGİRT ZAFERİ

Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Anadolu'nun talibi hiçbir zaman eksik olmadı ve bu bereketli toprakta asla iki hükümdar barınamazdı. Bu yüzyıllardır böyleydi ve böyle de devam etmekteydi. 1037'de kurulan Büyük Selçuklu Devleti 18 yılda Bizans İmparatorluğunun sınırlarına kadar ulaştığında yaklaşan şeyin ne olduğunu herkes çok iyi biliyordu. Bu savaşı büyük bir ünvan maçı gibi düşünebiliriz. Kazanan Alparslan olursa Altın Kemer el değiştirecekti. Tabi Bizans kaybetmemek için elinden geleni yapacaktı. Büyük Roma İmparatorluğu;  Tarihin gelmiş geçmiş en büyük medeniyetin Doğu kanadından bahsediyoruz. Onlar kaybetmeye alışkın olmayan bir neslin torunları olarak Türkleri yenmek zorundaydılar.




  • Peki ya Roma'nın durumu nasıldı ?

Selçuklular Anadolu'nun içlerine doğru akınlarını ilerletirken Doğu Roma politik karışıklıklar içerisindeydi. Ülkenin yönetimi dul kalan Bizans İmparatoriçesi Eudoxie’nin elindeydi. Kendisi ülkenin yönetimi için yeterli değildi ve evleneceği kişi Doğu Roma İmparatoru olacaktı. Doğu Romalı idareciler, ülkedeki otorite boşluğunu tamamlamak ve yeni İmparatoru seçmek için Eudoxie’e pek çok damat adayı teklifinde bulundular. Ancak Edoxie, teklif edilen damat adaylarının yerine hapis tutulan Doğu Roma kumandanı Romen Diyojen’i tercih etti (1068). Romen Diyojen, Roma ordusu içinde yüksek rütbelere yükselmiş başarılı bir askerdi ancak X. Konstantin Dukas’ın oğullarını tahttan indirmek için komplo hazırlamak suçundan hapsedilerek İdama mahkum edilmişti (1067). Eudoxie, Doğu sınırlarında artan Türk-İslam tehdidine karşı ülkeyi bir askerin yönetimine bırakmayı tercih etti ve hapisten çıkartıp affederek kendisiyle evlendi. Romen Diyojen artık Doğu Romanın imparatoru konumundaydı ancak saltanat ailesinden olmadığı için onun imparator olmasına muhalif eden askeri ve siyasi gruplar bulunuyordu. Diyojen, yönetime geçtikten sonra politikalarını destekleyecek görevliler atayarak siyasi manevralarla muhalifleriyle baş edip kendisine karşı oluşan siyasi hareketleri engelledi. Romen Diyojen artık Doğu Romanın idaresini tam olarak üstlenmiş ve yerini sağlamlaştırmış oldu.

Bizans İmparatorluğu, taht kavgalarının çokça yaşandığı, saray entrikaları ile ünlü bir devletti. Tahtın varislerinden Doukas Hanedanı, Romanos’tan nefret ediyor ve arkasından türlü dolaplar çeviriyordu. Malazgirt Savaşı onlar için bulunmaz bir nimet oldu. Ordunun içinde üst düzeyde mensupları bulunan bu soylu aile, açıkça imparatora ihanet etti ve savaşta elini zayıflattı.




  • Selçukluların durumu nasıldı ? 


Bu tarihlerde Selçuklular Anadolunun içlerine doğru seferlerini arttırmış, Kars, Ege ve hatta Marmaraya kadar akınlar yapar duruma gelmişti. Romen Diyojen, göreve geldikten sonra Selçuklu akınlarına karşı koymak için düzenli olarak seferler düzenledi. Selçuklu akınlarıyla düşen ileri karakol kalelerini kontrol altına almak amacıyla 1068 yılında Karsı, 1069’da Pozantı’yı, 1069’da Palu’yu, 1070’de Kayseri’yi kontrol altına aldı. Bu tarihlerde Selçuklu Devleti, İslam ülkeleri için tehdit oluşturan Şii-Fatımi Devleti üzerine sefere çıkmaya hazırlanıyordu. Suriye’de bulunan Selçuklu Sultanı Alparslan, ordularını Mısıra doğru harekete geçirdi. Roman Diyojen ise büyük Doğu Seferi için uzun süredir devam ettiği hazırlıklarını tamamlamış, İmparatorluk askerlerinin yanı sıra Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Kürt, Peçenek ve Uz’lardan tertip ettiği çoğu paralı askerlerden oluşan 70.000 kişilik bir orduyla Selçuklular üzerine sefere çıkmıştı. Anadoluda yaşayan diğer bir azınlık olan Ermeniler ise bu seferberliğe yanaşmamıştı. Romen Diyojen, ordularıyla birlikte Sivas’a ulaşınca tabiyeti kabul etmedikleri için Ermeni Prenslerini ve tebasını kılıçtan geçirerek öldürdü, Ermeni yerleşim yerlerini de Askerlerine yağma ettirdi. Böylelikle tabiyeti kabul etmeyen Ermenilerden intikamını almış, benzeri aykırılıklara karşı göz dağı vermiş oldu.


  • Askeri durum nasıldı ?

Doğu Roma Ordusu, paralı askerlerle birlikte 70.000 kişilik bir orduyla Malazgirt ovasının kuzeyinde konuşlanmıştı. Selçuklu ordusunun askeri gücü ise sadece 40.000 kişiden ibaretti. Zira Roma ordusu, bu sefere 3 yıl boyunca hazırlanmış, Selçuklular ise Mısır seferi için çıktıkları yoldan geri dönerek mevcut ordularıyla Malazgirte ulaşmıştı. Sultan Alparslan, casuslar göndererek aynı soydan olduğu bu Türk birliklerine haber ulaştırıp kendilerine katılmaları teklifini gönderdi. Zira Anadolu içlerinde bulunan Abaz, Slav, Gürcü, v.b. kavimler yoğun savaşlar içerisinde bulunmuyorlardı. Üstelik Roma Ordusunun en önemli savaş stratejisti Magistors Tarkhal’da bir Peçenek Türküydü. Alparslan’ın teklifini olumlu karşılayan Peçenek ve Uz birlikleri Roma ordusu içerisinde konuşlanmış ancak Selçuklular için mücadele etmeye karar vermişlerdi.


Roma ordusunun savaş düzeninde Romen Diyojen ordunun merkezinde, Anadolu ordu kumandanı Mikhail Attalicpiates sağda, Rumeli kumandanı Nikefor Bryennes solda, Andronikos Doucas’da geri cephedeydi. Bu taktik topyekün bir imha düzeniydi. Stratejileri de güçlü hücum ederek kesin sonuç almaktı. Sultan Alparslan’ın komutasında ise 40.000 kişilik Selçuklu ordusu Hilal şeklinde tertibat almıştı. Hafif süvari kıtaları kanatlarda, vurucu unsurlar ve merkez güçler orta geride bulunuyordu. Saldırı gerçekleştiği esnada merkez güçler yavaş yavaş geri çekilecek, at üstünde ok atan süvariler düşmanın yan ve geri hatlarına taarruz ederek Roma ordusunu yavaş yavaş zayıf düşürecekti. Bu taktikle düşman ordusu kendi karargahlarından uzaklaşacak, baskın kıtaları düşmanın en zayıf olduğu geri hattına saldırarak savaş düzenlerini bozacak ve geri çekilen birliklerin ileri atılmasıyla “Turan Taktiği” olarak bilinen strateji kullanılarak düşmanı yok edecekti.



  • Malazgirt Meydan Muharebesi

1071 yılında Sultan Alp Arslan’ın ordusu ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in lejyonları, Van Gölü yakınlarındaki Malazgirt Ovası’nda karşı karşıya geldiler. Bizans ordusu, Selçuklulardan sayıca üstündü. Ancak Selçuklu ordusunun çoğunlukla atlı süvarilerden oluşması ve gelişmiş hareket kabiliyeti, Alp Arslan’a büyük bir avantaj sağlıyordu.

Malazgirt Savaşı çok çetin bir savaş oldu. İki taraf da bu savaşı ölüm kalım meselesi olarak görüyordu. Bu yüzden ölümüne savaştılar. Bizans ordusunda General Andronikos Doukas, savaşın en kritik anında ordunun kanat savunmasını bozdu ve askerleri ile geri çekilmeye başladı. Kaçarken İmparatorun öldüğünü haykırıyordu.

Bu olay Bizans ordusunda büyük bir çalkalanmaya sebep oldu. Durumu hemen fark eden Sultan Alp Arslan, kanatlardan Bizans ordusunu kuşatma hamlesi yaptı. Merkezdeki Romen Diyojen ve askerleri Selçuklu süvarileri tarafından sarıldı ve acımasızca biçildi. Bizans ordusu büyük bir bozguna uğradı.

Bu esnada İmparatoru vermemek için merkez hattında ölümüne savaşan İskandinav asıllı askerlere de bir not düşmek gerekir. Vareg Muhafız Gücü  adıyla bilinen bu seçkin birliğin askerlerinden birinin imzası, Ayasofya’nın ikinci katında “Viking Yazıtı” olarak sergilenmektedir.

Nihayetinde, İmparator Romanos, Selçuklu askerleri tarafından esir alınır ve Sultan Alp Arslan’ın huzuruna getirilir. Roma İmparatoru’nun esir düşmesi Orta Çağ dünyasında büyük bir ses getirmiştir. Alp Arslan yüklü bir tazminat ödemesi ve ağır şartlarda bir barış antlaşması imzalaması karşılığında İmparatoru serbest bırakır.



Ne var ki, Romen Diyojen; Doukas ailesi tarafından başkente dönemeden esir alınır ve gözleri kör edilerek, Prens Adaları’nda bir manastıra kapatılır.

Romen Diyojen affedilmişti ancak ülkesine döndüğünde Türklerden görmediği hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Yerine geçen yeni Doğu Roma İmparatoru 7. Mihail Selçuklular ile yapılan anlaşmayı kabul etmese de “Malazgirt Savaşı” Selçuklulara Anadolunun tapusunu vermişti. İlerleyen 20 yıl içerisinde hızla Anadolu içlerine göç hareketleri başlatılarak Türkleştirilen Anadolu, İç Asyadaki diğer Türk devletlerinin de göçleriyle bir Türk yurduna dönüştü.

15 Ağustos 2019 Perşembe

VATİKAN VE SIRLARI





Vatikan çok derin bir kuyu diyebiliriz. Dünya'nın en gizemli arşivlerine ve en gizli sırlarına sahip  içeriğine girdğiniz zaman çok fazla şey bulup şasırabileceğiniz bir yapıdır.  Biliyorsunuz ki Vatikan  siyasal bir kurum aynı zamanda seküler anlamda bir devlet...  Dolasıyla bütün Avrupa Tarihine en az 2000 yıl ve halen etkili olan, imparatorlukları dize getirip Ortacağ'da Hukuktan Felsefeye, Estetikten Sanata kadar bütün sektörün içerisinde olmuş ve bunlara yön vermiş bir kurumdur.





  • Vatikan nasıl bir yer ve Arşivleri neler ?

Vatikan 44 hektarlık bir alan. Dünya'nın en minik Devleti. Bu alanların 1/3'ü parklara ,1/3'ü binalara ve geri kalan alan ise diğer birimlere ayrılmıştır. Kendine has postası ,kuryesi , radyosu ve gazetesi bulunmaktadır. Nüfusu yani ikametgah edenlerin sayısı en fazla 700'ü bulur bu sayı gündüzleri 3000'i bulmaktadır. Etrafındaki surları bir saat içinde dolaşabilmeniz mümkündür. Papa ise 1.2 milyara yakın Katolik Dünya'sının Ruhani lideridir. Vatikan arşivlerinin raf uzunluğu 85 km'dir.  Bu arşivlerin bütün bilgisi ve her şeyiyle Papa'ya bağlı ve onun hizmetindedir. Vatikan gizli arşivlerine günde 40 kişinin girilmesine izin veriliyor. Bunların yarısı Rahip ve Rahibelerden diğer yarısı Tarihçi ve Araştırmacılardan oluşur. Lakin arşive girebilmek için önce gerekli yazışmalar yapılacak, referans mektupları yazılacak ve arşivde ne aradığınız belirtilecek.



  • Gerçekten bir kadın Papa Tarihte var mı ? Yoksa bu bir uydurma mı ? Kadın Papa hikayesi nedir ?


Şimdi Katolik Kilisesine yani resmi Kiliseye sorduğunuz zaman denilir ki böyle bir Papa yaşamadı ve bu protestanların bir uydurmasıdır.  Lakin bu  doğru değildir. Çünkü Batı'da kadın Papa'nın yaşadığına dair piyesler, kitaplar yazılmıştır ve hatta Kilise Tarihçileri de 8. Joan adında kadın Papa'nın gerçekten miladi 850'li yıllarında yaşadığını ve tahta geçtiğini yazarlar.
                                                         



                                                                     





  • Bu hadise nasıl oluyor ?




Aslında bu kız , 9. asırda İngiltere'den ihraç edilmiş bir ailenin kızı olarak Alman şehri Ingelheim'da doğmuştur. Yakınları, onu 'Gilberta' ve 'Jutta' diye de çağırırlar. 12 yaşına geldiğinde erkek elbiseleri giymeye ve erkek çocuk gibi davranmaya başlar .Atina'da din ve felsefe eğitimini tamamlar. Daha sonra  Roma'ya gider  ve kendisini John Anglicus ismiyle, erkek kılığında tanıtarak , Benedictine Manastırına girer.Roma'da bilgisi ile kısa sürede içinde rahip ve kardinallerin de bulunduğu geniş bir çevre edinir. Bundan dolayı Roma kilisesinin başında olan Papa IV. Leon'un sağlığı bozulmaya başlayınca kardinaller, papalığa en layık kişi olarak onun adını dillendirmeye başlarlar. 847 senesinde Papa Leon ölünce yerine kilise dışından bir kişi olmasına rağmen, Joan seçilir. Ve  8.Joan adıyla göreve başlar. Kaynaklar onun iki sene beş ay dört gün boyunca Papalık tahtında oturduğunu ifade eder.Yaklaşık 3 yıl kilisenin başında olan Papa'nın görevi ise, kadın olmasının ortaya çıkmasıyla son bulur. Hizmetkarlarından biriyle ilişkisi olan Joan hamile kalır.Hamileliğini dokuz ay boyunca gizlemeyi başarır ancak 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi'nin dışında kortej halinde yapılan dini tören sırasında doğum sancıları başlayınca çocuğunu doğurur ve kadın olduğu ortaya çıkar Papa Joan'ın.



  • Seçilen Papa'nın erkekliği nasıl kontrol edilir? 




Kadın papa hikayesinden sebep papaların erkek olması kuralının çiğnenmeyişini test etmek için görevli bir kişi tarafından sedia stercoraia geleneği uygulanmaya başlanmıştır. 'Papanın erkekliğinin sembolik olarak da garantilenmesi için, aynı salonda bir koltuk bulunur. Bu koltukta, muhtemel papa adayının erkekliğini anlayabilmek için testis kontrolü yapılır. Koltuğa oturan papa, seçimi yapan kardinaller meclisinin en yaşlı üyesi tarafından etek altından  bakılmak suretiyle erkekliği sınanır. Papa'da o an iç çamaşırı yoktur.
Görevli kardinal, 2 adet testisi bulunan papayı onaylamak maksatlı italyanca: "due testis bene bene data" der. anlamı, "iki testis mevcut" şeklindedir.









  • Vatikan ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişki nasıldı ?


Vatikan siyasi bir yapı özelliğine sahip olduğu için Osmanlı Devleti ile de ilişkileri mevcuttur. Bu ilişkiler 1. Mehmed'e kadar dayanmaktadır. Çünkü Osmanlı artık Bizansla kapışıyor ve Bizansın rakibi haline gelmeye başlıyor bu da ister istemez Roma'nında dikkatini çeker ve bu ilişkiler Osman'lının tüm padişahlarına kadar devam eder. En onemlisi Kanuni Sultan Süleyman döneminde 4. Paulus'u Fransız ve İspanyol tehlikesine karşı korumasıdır ve koruduğu için bazı yorumcular der ki 4. Paulus ve Vatikanın yokolmasını engelleyen Süleyman'dır. Eğer Süleyman Papa'yı korumaya almasaydı bugün belki Vatikandan sözedilemezdi yorumları yapılmaktadır.



  • Rinaldo Marmaranın Hürrem Sultanla ilgili çıkardığı Vatikan arşivi neydi ?

,
Son 15 yıldır Vatikan Gizli Arşivi’ne Türkiye’den girebilen tek kişi tarihçi Dr. Rinaldo Marmara'dır.  Bu belge ile bugüne kadar Hürrem Sultanla ilgili ne biliyorsak aslında unutmamız gerektğini onun bambaşka biri olduğunu söyler. Biz Hürrem Sultanı hep Ukraynalı fakir bir ailenin kızı olduğunu biliriz lakin Rinaldo Marmara anlatımıyla ; Belgenin 350 yıllık olduğunu tahmin edilmektedir. Burada yazılanlara göre Türk korsanları İtalya’nın Siena bölgesindeki Collecehio Şatosu’na saldırdı, şatoyu yakıp yıktı. Şato, Hanne Marsigli adındaki bir İtalyan asilzadeye aitti. Bu kadının iki de çocuğu vardı. Leonardo ve Margherita. Türk korsanları Leonardo’yu geride bırakıp güzel kızıl saçları olan bu genç kızı Osmanlı Sarayı’na vermek için İstanbul’a götürdü.Hareme konulan Margherita’yı, Sultan Süleyman çok beğendi ve Margherita’nm Sultan Süleyman’dan çocukları oldu. Bu çocuklardan Selim, Sultan Süleyman öldükten sonra padişah oldu. Ancak bu belge Hürrem Sultan’la ilgili hazırlanmamış. Bu belgenin 3. sayfasında bir soyağacı çıkartılıyor. Bu soyağacına göre ise Hürrem Sultan’ın soyundan gelen padişah 4. Mehmed ile erkek kardeşi Leonardo’nun soyundan gelen Papa 7. Alessandro akraba. Tabi bu belgeler de vatikanın ortaya attığı bir iddiadan ibarette olabilir.